Dilan Bozyel ♥
Geçen haftalarda canım Dilan Bozyel ile bir röportaj yapmıştım; ancak koyuyorum bloğa. Sanırım kimsenin deşifresini yapmaktan bu kadar keyif almamıştım. Geçen haftalarda Karaköy’e gidip bıdır bıdır konuşmuşuz. Yazarken de sonu gelmesin istedim. Okurken de öyle gelecek eminim. Teşekkür ederim Dilan! Ne güzel insansın sen! ☺
P.s: Fotoğraflarımız Mert çekti, Dilan’cığım da bizim için editledi. Bunun için de ayrıca teşekkür. :*
Diyarbakır’da doğdun, değil mi sen? Orada yaşadın mı?
Evet, 20 yıl yaşadım orda.
Buradan çok farklı geliyor mu sana? Ben hiç gitmedim, bir tek Van’a gittim geçenlerde.
Farklı değil aslında; orda buradan çok da rahat büyüdüm hatta. Dışarıdan göründüğü gibi değil. Basın şehir merkezini ve modern halini göstermiyor. Ben patenlerimle kayan, mor saçlı, kısa şortlu bir kızdım ve çok rahat büyüdüm. Küçük bir Ege şehri gibiydi. Ama arka sokaklar tam bir Orta Doğu şehriydi; ama ben onu da sevdiğim için benim için hiç sorun olmadı. Diyarbakır biraz daha farklı, doğunun Paris’i deniyor. Van ya da Mardin ya da Şırnak çok daha kendi özünü korumuş; ama Diyarbakır’da çok göç olmuş, eğitim olanaklıymış. O yüzden orası gelişmiş bir şehir aslında. Modernleşmenin çok da dezavantajı var. İnsanlar büyük şehir kurallarıyla yaşıyor. Göçler olmadan daha bile güzelmiş her şey. Eski şehrini ve sur içini seviyorum Diyarbakır’da. Van, Mardin, Adıyaman’ın benim için çok daha farklı anlamları var. Özünü koruyor. İnsanların o modernleşme adına yaptığı çarpık kentleşme yok oralarda.
Peki sonra buraya mı geldin 20 sene sonra?
Evet. Ben Ankara’da okumak istiyordum. İstanbul bende daha karanlık ve üstünde kara bir bulut gezen şehir algısı yaratıyordu. Kalabalığı ve düzensizliği ister istemez korkutuyor. Diyarbakır’da çok tatlı bir çocuk yaşadığım için İstanbul bana uzak geliyordu. Ama kazanamadım Ankara’yı, hiçbir zaman çalışkan bir öğrenci olamadım çünkü. İstanbul’u kazandım, buraya geldim okumaya. Sonra 2. Senemde müzik dergilerine yazmaya başladım. Okuldan hiç memnun değildim, çok sıkılıyordum, dersleri anlamıyordum. O yüzden seni anlıyorum şu anda neler çektiğini ☺. İkinci yılımda da okulu bıraktım; o sırada da asistanlık yapmaya başladım, kendi fotoğraflarımı çektim. Derken Londra’ya başvurdum. Oradaki okuldan kabul aldım. Bu benim için “Avrupa’ya gideyim, orada bir kariyer yapayım.” durumu değildi zaten. Anneannem ve teyzem Londra’da yaşıyorlardı. Onların yanına gidip geliyordum. Hayatım hep Diyarbakır – Kıbrıs –Londra hattı arasındaydı zaten. O dönem ne sanattan, ne fotoğraftan anlıyorum. Hiçbir şey bilmeden gittim hatta. Sonra ilk sergimde de onu anlattım. Cahil cesareti durumu. Moda fotoğrafçılığı okudun di mi? Evet, yani iki okul birden okudum. London College of Communication’da reklam ve sanat yönetimi dersleri alıyordum. Fotoğrafı da ek ders olarak aldım. Bir yandan da London Academy of Media’da fotoğraf okudum. Asıl uzmanlık dersim moda fotoğrafçılığıydı. Her alanının içinde oldum. Düğün fotoğrafçılığı dersimiz bile vardı.
Memnun muydun okuldan?
Okulda ne öğrendiğimi hatırlamıyorum; çünkü her şeyimi stüdyoda öğrendim. Okuldan çıkıp stüdyoda çalışıyordum; oradan parti fotoğrafçılığına gidiyordum. Yani her şeyi sokakta öğreniyordum. Okulda benden çok daha hevesli Japon sınıf arkadaşlarım vardı. Okulda toplantılar olurdu; onlar böyle sakin, düzgün ve minimal alanlar isterlerdi; bende “Hayır, pub’da buluşalım.” falan derdim. :D Japonları seviyoruz ama, bütün insanları seviyoruz.
Sonra döndün mü okulu bitirince?
Okulu bitirdim, bir sene daha çalıştım. Çalışırken de yolculuk yaptım sürekli. Bu sırada da aşıktım o zaman. Sevgilimin yanına gelecektim buraya ve onunla beraber Paris’e taşınacaktık. Çok seviyorum Paris’i. Okurken de her fırsat bulduğumda ucuz bir tren bulup, aptal bir pansiyonda kalıp bütün gün bisikletle gezmeye giderdim. Ama İstanbul’a döndüğümde ayrıldık. O dönemde de buraya geldiğimi duyan insanlar bana iş vermeye başladılar. Ben de çalışmaya başladım. Arada gidip kalıyordum bir yerlerde 3- 4 ay. Mısır’a gittim mesela.
Evet, onları da sormak istiyorum; çok gezdiğini biliyorum çünkü. Nerelere gittin?
Ermenistan, Irak, Beyrut, Suriye. Hepsinde de gittim, darbe oldu. Sonra Londra, Paris, Berlin, Münih’te kaldım bir süre. Uzun süreler kalıyorsun değil mi? Evet, genelde öyle yapıyorum. Mesela iş için 2-3 günlüğüne gittiğim bir yeri beğendiysem ayarlıyorum ve sonra uzun süreliğine gidiyorum. Geçen yıl mesela Amerika turuna gittik. Böyle işte…
En çok nereden etkilendin?
Beyrut! Beyrut’a aşığım. Çok istiyorum orada yaşamak.
Nesi bu kadar etkiledi seni?
Bir kere, hala devam eden iç savaşa rağmen inanılmaz hayat dolu bir yer! Duvarlarda kurşun izleri var ve bütün duvarlar konuşuyor. Gittiğim anda içgüdüsel olarak duvara dokunup öptüm duvarı. Başka bir şey vardı orada. Londra da, Diyarbakır da, Paris de var orada. Her şey var. Sanat anlayışı, yemekleri, gece hayatı, gençlerin deli gibi eğlenişi.. Hepsi çok güzel. Ben The Doors hastasıyım. Bir bara girdim; çok güzel canlı müzik yapıyorlardı. Darbuka, saz, ney ve rock müziği enstrümanlarını düşün; ama the Doors cover’ları yapıyor ve oryantal ezgilerle falan... Olabilecek en güzel müzik oydu. O an dedim ki “Ben burada yaşamalıyım!” Hem kendi Arap kültürünü koruyor; hem de batıyla sentez halinde. Ne yazık ki Diyarbakır’da ya da Türkiye’de de onu göremiyorum; çünkü burada özünü korumadan batılılaşma durumu var. Bir de, Beyrut Akdeniz’de…
Yaz insanı mısın sen?
Aslında Güneş’ten nefret ederim. Yazın akşama kadar uyurum, akşamüstü kalkar, yüzerim. Sabaha kadar otururum. Yağmuru da çok severim. Londra’daki yağmurlu günler hayatımın en güzel günleriydi. Yağmuru daha çok seviyorum. Ama yaz akşamı diye bir şey var, o çok önemli bir şey benim için.
İstanbul’ u seviyor musun peki? Ya da artık seviyor musun?
Hiç sevdim mi acaba? Sabah karşı bir yerden gelirken, köprüden geçerken, adalara gittiğimde, yanımda sevdiğim biri varken, Galata Kulesi’ne bakarken “Ne güzel şehir!” diye içimden geçiriyorum. Martılarını da çok seviyorum; ama İstanbul’u sevmiyorum galiba. İnsanlarını sevmiyor olabilirim. Çok da insan sevmiyorum demek istemiyorum; ama çok tüketiyor, çook tahammülsüz bırakıyor insanları insanlar karşısında. İnsanlık o kadar ucuz ve körleşmiş ki çok ilginç... İstanbul bir girdap gibi. O yüzden burasıyla alakalı hayat dolu konuşamam; ama hiçbir yerle alakalı da kötü konuşmak istemiyorum. Birine aşıksam ve o İstanbul’daysa; İstanbul’u sevebilirim. Güzel nedenlerle sevebilirim, nedensiz sevemem. Aptal, eski bir sevgili gibi burası. Gidemiyorsun, bir şey döndürüyor seni buraya. Yakın zamanda taşınma hayalin var mı buradan? Ne kadar plan yaptıysam hiçbiri olmadı ya da başka şekilde şekillendi. O yüzden kesin planlar yapmıyorum. Pergel gibi yaşıyorum. Bir ayağım ya burada ya da Diyarbakır’da, diğeri hep başka bir yerde. Gidebilirim tabii, bir şeyler üretemez duruma gelirsem burada ve maddi olarak da yeterli olursam o dönem giderim. Birkaç ay önce Kaş’a taşınmak istedim; ama işler çıktı. Yapamadım sonra mesela.
Müzisyenleri de çekiyorsun ya, moda fotoğrafçılığı ile çok farklı şeyler mi?
Aslında hepsi bir tanıtım; ama müzisyen olunca kişiyi tanıtıyorsun, ürünü değil. Kişinin sanatı var ortada. Dolayısıyla daha gerçek ve samimi. Bir de moda çok çabuk tüketilen bir şey. Dünyanın en büyük markası için tüm dünyada gösterilecek reklam fotoğraflarını çeksen bile en geç bir sezonda tüketilecek. Ama müzisyeni çekmek başka bir şey. Ömür boyu o ve etrafındaki herkes, hatta torunları bu resme bakacak ve bilecek. Müzikleri ve sanatı hep kalacak. Bu başka bir şey, daha kalıcı.
Daha mı çok seviyorsun yani?
İkisini de çok seviyorum; ama müzisyenleri de bolca çekiyorum. Tercih değil aslında. Kendi kendine ilerleyen bir durum oldu bu. Evet, aslında daha keyifli ya, çünkü frekansım daha yakın. Genelde zaten dinlediğim insanları çekme şansım oluyor. İş ve para için yapmıyorum bunu. Gerçekten bir şeyler üretme derdinde oluyoruz. Dolayısıyla insanlar bana güvenip kendini bırakabiliyorlar. Onlar için de çok zor bir durum çünkü poz vermek. Onları rahatlatmak, güvenini almak, memnun etmek, şarkılarını görselleştirmek çok kutsal bir şey gibi geliyor bana.
Sen fotoğrafçısın; ama bir taraftan yazıyorsun, çiziyorsun, söylüyorsun. Sende bütün bu sanatlar bütün mü? Böyle mi geldin dünyaya sen sence?
Öyle mi doğdum bilmiyorum; ama çocukluğumda 7 yaşında TRT’de radyoda ve çocuk tiyatrosunda başladım. Dolayısıyla hep sanatsal bir durum varmış. Bu sonradan öğretilen bir şey değilmiş bende. Ama bazen sanatı tüm dallarıyla yaşayan insanları eleştirdiğim oluyor; çünkü tatminsizlikle yapılan şey samimiyetsiz oluyor. Hırs getiriyor. Sırf adı geride kalmasın diye sanat dallarını kullanan insanlar oluyor. Yaptıkları işler hep eksik kalıyor. Ben kendimi yazarak anlatabiliyorsam yazıyorum. Resimle anlatabiliyorsam çiziyorum. Sadece kendimi anlatmak benim derdim. Benim dilim sanat. Bunu haddimi aşmadan söylüyorum. Sadece çıkış yolu. Ben konuşmak için o alfabeyi kullanıyorum. Sanatçı olup sanat yapayım diye değil.
Yaptığın işlerde “Vay be, ben bunu başardım!” dediğin ne var?
Benim için İstanbul Modern Sanat Galerisi’ndeki sergiye kabul edilişim çok önemliydi. Çok önemli bir danışma kurulu vardı. Benim sanat hocam olarak gördüğüm Orhan Cem Çetin özellikle benim Türkiye’de kalma sebeplerimden biriydi. Küratörü Levent Bey, diğer herkes… Onlar tarafından kabul almış olmak benim için çok gurur veren bir şey. Tabii bu benim bir marka olayım diye bir çaba değildi. Ben ölüp gideceğim sonuçta; ama orada işim kalacak. O çok önemli bir şey. Kendimce gurur duyduğum bir şey. Daha popüler bir şey düşünürsem Diesel reklamında oynamam dünyanın çok küçük olduğunu gördüğüm anlardan biriydi. Bilmediğim onlarca insan izledi o reklamı ve hikayemi okudu, dinledi. Orada başıma gelen en komik anı anlattım. Çok komikti, kaç tane insan altına işediğini anlatır ki? Ben anlattım mesela.
Çok samimi ve içten bir işti bence o. İş mi / çiş mi anı. ☺
İnsanız sonuçta. Bu işi daha farklı değerlendirebilirdim de. Ama bana çok normal geliyor. Çok insani bir şey. Altıma işedim. Şu an olsa yine gizlemem. Şu an olmaz ama, merak etmeyin ☺
En çok çekmek istediğin kim var? Hayalini kurduğun bir şey var mı?
İnsan olarak düşünürsek çoğu ölmüş durumda. Mesela en son Lomo röportajında Bülent Ersoy dedim. Farklı insanları çekmek isterim. Bir albüm kapağı değil de evlerindeki doğal halleriyle çekmek isterim. Dünyadaki bütüüüün çocukları çekmek isterim. Bu düşüncesi bile oksijen desteği gibi.
Çok mu seviyorsun çocukları?
Çok seviyorum. Sabrım yettiğince... Bir yaşa kadar özellikle inanılmaz saflar. Hiç bir şey bilmiyorlar, düşünsene!
İnsan seviyor musun peki?
Evet, seviyorum. Zamanla eleştirme hali daha arttı; ama kimseden nefret etmiyorum. Kasıtlı zararlar verenlerden bile nefret edemiyorum. Kendimce kırıldığım çok oluyordur; ama insanız sonuçta. Bir şey olmuştur, bana patlamıştır. Sanırım fotoğraf çeken insan; insan sevmemezlik edemez. Vizörden baktığında bir güzelliğini görüyorsun mutlaka. Sana bakınca ilk gamzeni görüşüm, sokakta karşılaştığımızda hemen tanımam da öyle… Empati kurup hikayelerini düşünmeyi seviyorum.
Çok kırılgan mısın?
Eskiden üflesen üzülürdüm. Zamanla insan ne yazık ki veya iyi ki bir kabuk bağlıyor. Hayatı tanıdıkça bu dünyada çok büyük sorunlar olduğunu ve bizim yaşadıklarımızın çok basit sorunlar olduğunu fark ediyorum. Ben içimi temiz tutmaya çalışıyorum, yardım etmeye uğraşıyorum, iyilik aramaya çalışıyorum sabrımın sonuna kadar. Karşılık beklemediğim için beni daha az etkilemeye başladı. Bunu kendime öğretmem zaman aldı. Beklenti içine girdiğim zaman çok hayal kırıklığı oldu. Gerek yok üzülmeye. Ben birisine üzüldüğümde o hayatına devam ediyor nasılsa.
Peki ego savaşı var mı çok bu moda işlerinin içinde?
Ne yazık ki çok var! Bu işlerin bir formülü, kitabı yok. O kadar formülsüz ve tanımsız bir piyasanın içinde yaşıyoruz ki ister istemez herkes aynada sadece kendini görmek istiyor. Çok sınırda bir iş yapıyoruz. Bir adım daha attığında delirebiliyorsun. En çok “ben”, her şeyde “ben” olsun istiyoruz. Bununla savaşmıyorum ben. O yüzden insanlar ego gafletine yakalandığında “her yol mubahtır”a varabiliyorlar. İçlerindeki sesi dinlemiyorlar artık. Sonunda anlayan da anlıyordur herhalde. Yine kişinin nasıl bir hayat sürmek istediğiyle alakalı. Oradan çıkış da sanat aslında. Sanatla uğraşan insanlar bir yerde hep delirmiş, egolarına yenik düşmüş, sonra da feleğin çemberinden geçip kendilerine dönmüşler.
Popüler kültür seviyor musun?
Seviyorum, karşı değilim, savaşamam bununla. Bana kalsaydı bütün dünyanın yeraltı kültürüyle yetişmesi gerekiyordu. Ama o da çok yozlaştı… İçten olduğu sürece popüler kültür ürünü de sevebilirim. 90’lar çocuğuyum ve popüler kültürün tavan yaptığı zamanlar. Keşke hiç Andy Warhol olmasaydı ve oradan girmeseydi hayatımıza; ama güzel yapılan her şeyin bir oluru vardır. Andy Warhol popüler kültürün babası ve evimizin bir köşesinde, hepimizde onun bir işi var. Demek ki samimi bir şey yapmış. Çok havalıymış falan ama demek ki içten yapmış.
Sosyal medya hakkında ne düşünüyorsun peki? Tamam, içindeyiz ama bazen telefonu kırıp atasım geliyor benim. Kendimden nefret ediyorum bağımlı olduğum için bazen.
Pis bir bağımlılık aslında. Var ve olacak hayatımızda. Savaşmaya gerek yok. Ne kadar az düşünürsek ve basit yaşarsak o kadar güzel. Bazen ben de deliriyorum yeter artık diye. Bir yandan kolaylık sağlıyor, bir yandan da bazen bazı günler hiç bakmıyorum. Ama zor, işimiz de bu. Telefonum, tabletim benim günlüğüm gibi. Gözümde büyütürsem kurtulamam. O yüzden rahat davranıyorum. Çok uzun zamandan sonra çok güzel bir gün geçirdim geçenlerde adada. Bir gün boyunca bakmadım telefonuma. Yalnızlıkla da paralel ilerleyen bir şey. Kontrollü ve dengeli olmak lazım. Bazen Twitter’da çok konuşuyorum; kendimden bıkıyorum; ama ne olacak ki… Dün yazdıklarıma kim dönüp bakıyor ki… Zaten hemen tükenecek bir şey. Sonuçta ben bir marka değilim, milyon dolarlık bir tanıtım yapmıyorum orda. Kendi hayatımla alakalı günlük gibi kullanıyorum.
Senin dövmelerini de merak ediyorum aslında. Neler yazıyor?
Bir tanesinde soyadım var. Birinde “iyi ve kötüyü ayırt edebilen” yazıyor. Arapça yazıyor. Bir tanesinde ismim, dünya, kader, sabır, güç yazıyor yine Arapça. Arap ülkelerine gittiğimde dövme yaptırıyorum genellikle. Burada da yaptırıyorum; ama orada tamamlattırıyorum.
Yüzüklerin peki?
Evet, bir de yüzüklerim var. 10 senedir yüzük takmadan çıkmıyorum sanırım. Her gittiğim yerden alırım mutlaka. Neden bilmiyorum. Belki Barış Manço’yu çok sevdiğim içindir.
Arapça biliyor musun?
Bilmiyorum. Kürtçe de bilmiyorum. Arapça bilmiyorum; ama çok istiyorum öğrenmek. Beyrut’a gidersem umarım öğrenirim. Zaten zor öğrenmek. Ritmini falan mı seviyorsun? Biraz sert bir ses; ama seviyorum herhalde. Müzikte Arapça dinlediğim olur çok sert olmadığı sürece. İlginç ve gizemli geliyor. Görünüşünü de çok seviyorum.
Daldan dala atlayacağım biraz; ama sinir krizleri geçirecek kadar çıldırdığın olur mu?
Eskiden çok olurdu. Babam çok sinirli bir adam. Muhtemelen ondan aldığım bir şey. Doğulu bir baba ve Akdenizli bir anne... O gürültü bana da geçmiş. Eskiden çok ağır sinir krizleri geçirdiğim olurdu. Şimdi kendime zarar vermemek için kendime terbiye verdim. Sinir hiçbir şeyi değiştirmiyor. Sinirle değil de; sakin kalarak, okuyarak, meditasyon yaparak kendimizi değiştirirsek sinirlendiğimiz konuları çözmek daha mantıklı geliyor. Sessiz kalıp bir adım arkaya çekilmek lazım. Ucunda ölüm var sonuçta. Sinir içini kirleten bir şey ve sen gülümseyemiyorsun bile. O kadar anlamsız ki… Bir arkadaşımı kaybettim ben, o bana hep “Öleceğiz, bitecek..” derdi. Korkutucu bir hikaye gibi gelmesin; ama hayat çok güzel. Biz insanlarsa birbirimizi tüketmek üzerine kuruluyuz. Gerek yok bunlara. Ben yalnız çok fazla zaman geçiriyorum. Bunun verdiği dinginlik de olabilir bu. Hayvan sevgisiyle kapatıyorum o açığı. ☺
Kendi çocuğun olsun istiyor musun?
İstiyorum aslında. Olursa ne güzel olur, olmazsa da sağlık olsun. İsterim ama yani neden istemeyim ki… O da dünyaya bırakacağın bir şey; ama çok detayları olan bir şey.
Peki çok aşık olur musun?
Çoook, çook! Bildiğin gibi değil. Bir delilik bu da. Aslında her şeye aşkla yaklaşıyorum. Eskiden çok tutkulu bir şey aşk zannedebiliyordum. Huzurla aşka bir arada yürüyen bir şeymiş aslında. Onu bulduğumda korumaya çalışıyorum. Hayatıma giren insana çok değer veriyorum. Bilmiyorum, Doğulu olduğum için mi... Doğu kadınının vardır ya insanlara çok tutkuyla yaklaşması… Eskiden karşılıksız durumlarda çok üzülürdüm. Sonradan, gerçekten güzel aşklar yaşayınca farkettim ki karşılıklı olan şey aşk. Diğer türlüsü saplantıdan başka bir şey değil. Birleştikçe büyüyüp güzelleşen bir şey. Çok güzel ve özel bir şey. Olmadığında eksik hissediyorum kendimi. Olduğunda da çok özen gösteriyorum. Çok seviyorum aşık olmuş halimi ve içimdeki hissi. Çok özel bir filtre geliyor her şeye sanki.
Blog takip ediyor musun?
Ediyorum etmesine; ama çok da devamını getiremiyorum. Çok fazla var, işaretlesem de sonra zaman bulamıyorum. Sevdiğim blog olunca hemen aklıma geliyor ama. Sevince otomatik kontrol ediyorum.
Başta soracağımı sonda soruyorum: Analog fotoğraf mı, dijital fotoğraf mı?
İkisini de tercih ediyorum; ama analog çok daha gerçek. Analog fotoğrafları seviyorum, bir zaman alıyor. Merak ediyorum sonucunu. Ama biraz zorlu bir süreç. Çok daha kolay olsaydı analog çekmek, hep analog çekerdim. Şiir gibi oluyor her fotoğraf. Çok kolay bir iş değil maalesef. Çok da masraflı bir iş. Vizörden baktığında filmi çevirme sesi bile başka bir şey. Çok seviyorum. Ağlayacağım. ☺
-
▼
2013
(
88
)
-
▼
December
(
18
)
- White Boots Kind of Day
- Touch of Orange
- Green on Green
- Black & Maroon Lines
- Let's Celebrate...
- Saturday Joy
- Dilan Bozyel ♥
- A Sunny Day in the Winter
- Almost a Tomboy
- Denim & Red are Good Together
- Back to the Nest
- It's Cold Outside
- Inspiration: #coat
- Pre-New Year
- I am Obsessed With...
- Belgrade Baby!
- December is Here
- Monday Haters Became Lovers
-
▼
December
(
18
)
No comments :
Post a Comment