Cehennem: Bir Kitap - Üç Şehir


           Uzun zamandır çeşitli sebeplerden yazmıyorum buraya. Ama vazgeçtim o nedenlerden. O yüzden konu olarak farklı olsa da; yine uzun zaman önce yazdığım bir yazıyı paylaşmak istedim. Gidip gördüğüm, çok sevdiğim yerleri, çok sevdiğim bir yazar ve krarkterle anlatmak...



            Geçen aylarda uzunca zamandır beklediğim bir kitap çıktı piyasaya. Dan Brown’un “Cehennem”i... Adını Dante’nin meşhur İlahi Komedyası’ndan almış kitabı bir gün içerisinde resmen yedim; çünkü ben bir Robert Langdon hayranıyım! Tabii, kitabı bu kadar heyecanla beklemek ve okumak için pek çok sebep de bulabilirim size. Kitabı benim gibi yutarcasına adeta “yemek” için, sadece Dan Brown’un edebiyat yapma tarzı ya da hikayenin orijinalliği olmak zorunda değil mesele. Mesela beni en çok baştan çıkaran ve eve gidip kitabın başına çökeceğim ana ışınlanma isteği salan şey, Dan Brown’un kaleminin romanda geçen şehirlerle resmen sevişmesi, kafamda tüm gerçekliğiyle her ayrıntıyı canlandırması diyebilirim. Cehennem’de sırayla Floransa, Venedik ve İstanbul’da yaptığı gibi...

            Cehennem’de kahraman Robert Langdon gözlerini Floransa’da açıyor. Kitap hakkında çok fazla ‘spoiler’ vermeden Langdon’ın ayak bastığı belli başlı mekanlara odaklanmak isteyince, en başta karşıma meşhur “Boboli Bahçeleri” çıkıyor.



            Floransa’da 13. ve 17. yüzyılda yaşamış, etkin ve güçlü, yönetimde söz sahibi olan Medici ailesine ait pek çok koleksiyonun sergilendiği Pitti Sarayı’nın arkasında yer alan, uçsuz, bucaksız bir bahçe burası. İçinde pek çok düzenleme yapılmış ve aynı zamanda bahçe düzenlemeleriyle alakalı zamanın en büyük gelişmeleri burada kayda alınmış. Yalnızca “bahçe” olarak adlandırılınca gözünüzde küçük bir alanda, klasik bir peyzaj canlanmasın. Bu bahçenin içinde bulvarlardan heykellere, yapay mağaralardan çeşmelere, anıtlardan tapınaklara kadar pek çok unsur mevcut.


 Boboli Bahçeleri’nin yanısıra, hem Langdon’ın bahsettiği, hem benim de şahsen gezdiğim en farklı müzelerden biri olan Kostüm Müzesi ise Pitti Sarayı’nın içinde bulunuyor. Galeri’nin içinde 16. yüzyıldan günümüze kadar gelen temsili kostümler ve mücevherler bulunmakla birlikte, Medici ailesi üyelerinin kendine ait kostümeri de sergileniyor. İtalyan modasının gelişimine ve tarihine şahit olmak adına gezilecek en önemli galerilerden biri olarak biliniyor burası.

            Robert Langdon’ın Floransa’dan sonraki durağı ise Venedik. Venedik deyince şehirin kimliğini oluşturan o kadar çok öge var ki... Rüya şehir, su kanalları, Rialto Köprüsü, gondolları, maskeleri... Bunlardan bir diğeri de San Marco Bazilikası.


             San Marco Bazilikası, kendisiyle aynı adı taşıyan San Marco Meydanı’nda yer alan, Bizans mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan bir katedral. Katedral Dükalık Sarayı’na bağlantılı ve sarayla bitişik olarak konuşlanmış durumda. Orijinal yapıda katedral yalnızca Venedik dükalarının kullanımına açıkken; 1807 yılında bu gelenek bozulmuş.





Bu bazilikanın mihenk taşlarından biri de hemen girişinde yer alan dört adet bronz at. Robert Langdon’ı ve hikayeyi İstanbul’a bağlayan kilit ögeyi de bu atlar oluşturuyor; çünkü orijinalinde bu atlar 1204 yılında İstanbul’dan; Tarihi Yarımada’dan getiriliyor. Ancak 1736 yılında bazilikaya eklenen atlar, 1990’lı yıllarda yerini bronz kopyalara bırakıyor. Orijinal atlar ise bugün bazilikanın içinde, San Marco Müzesi’nde saklanıyor.

Hikayenin burdan sonraki kısmı ise İstanbul’da; yaşadığımız, bildiğimiz, bizim şehrimizde geçiyor. Dan Brown’ın kalemi daha çok Tarihi Yarımada’da geçen bir hikaye için çalışmış romanda. Robert Langdon önce Ayasofya Müzesi’nde, daha sonra da Yerebatan Sarnıcı’nda gizem çözmek peşinde koşuyor.

            Hepimizin aşina olduğu Ayasofya Müzesi, 6. yüzyılda Bizans imparatoru I. Jüstinyen tarafından planlı bir katedral olarak yaptırılmış olup; daha sonra Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethiyle beraber camiiye çevrilmiş. Göz alıcı ve dilden dile dolaşan mozaikleri, büyüklüğü, bir mimari harikası olan kubbeleri, aynı zamanda hem Dünya’nın en eski, hem de en hızlı inşa edilen katedrali olma özelliklerini bir arada taşıyan yapı; bugün müze olarak kullanılıyor. Bir kere bakanı, kendine bir daha baktıran devasa bir yapı!

Yerebatan Sarnıcı ise, yine Ayasofya binasının batısından girilen, müze ile bağlantılı, kapalı bir sarnıç. İçerideki atmosfer, çapraz tonozlar, tuğla örülü tavanı, renklendirmeleri, karanlığıyla tam da Robert Langdon’ın peşine düştüğü olayın geçmesi gereken yer diye düşündüren sarnıç, bugün pek çok ulusal ve uluslararası etkinliğe ev sahipliği yapıyor.

Dan Brown’un ve dolayısıyla kahramanı Robert Langdon’ın düğümü burada bitiyor. Bir İstanbul aşığı olarak şunu eklemek istiyorum ki her gün yeniden turist olabileceğimiz, gizemli hikayelere uyanıyoruz bu şehirde. En derinden, çok eskilerden gelen hikayelere... Ne büyük şans!




   

No comments :

Post a Comment